31 Ocak 2014 Cuma

Sopranos'un yerlisi neden olmaz?

Olmaz. O kadar çok sebebi var ki, hangisinden başlamalı. Olmaz, çünkü bu dizi aslında onlarda da kolay kolay olmayacak bir şeydi; oldu. Çünkü yaptılar. Çünkü yapmalarına fırsat verildi. Çünkü bazen riziko alıp yenilikler, denemeler yapmaksızın bu işin sürdürülemeyeceğini bilen insanlar var orada. Yaptılar, çünkü yapabildiler. Çünkü senaryo-hikâye geliştirirken ayaklarını bastıkları zemin çok sağlam. Çünkü birileri, "TV dizisi" denen ürünün ve onun üretilme tarzının sınırlarını zorlamadan özgün bir şey yapılamayacağını biliyordu; ama bundan önce, özgün bir şey yapmak istiyorlardı.

Biz ise asla özgün bir şey yapmak istemiyoruz. Bize ortalamanın en ortalaması, daha önce başarılı olmuş formüllerin gelişigüzel, özensiz kopyaları lâzım. "Sopranos'un yerlisi" macerası -Allah'tan- başladığı gibi bittiğinde bu yazıyı yazmaya koyuldum. Sonra, o öfkeyle yazmayayım, diye erteledim. Şimdi bitirdim ve sunuyorum, çünkü o maceranın ortaya koyduğu hakikat de, bu bağlamda lafı edilmesi gerekenler de öyle güncelliği kaçacak cinsten değil.

The Sopranos, televizyon dizisi tarihinin ya en önemli yapımıdır ya da bilemediniz ilk üçe girer. Çok daha fazla tutulmuş, çok daha fazla yayılmış, çok daha fazla para kazandırmış diziler var elbette; ama Sopranos onların hiçbirinin başaramadığını başardı, "TV dizisi"nin pekâlâ günümüzün sanat tarzlarından biri olabileceğini gösterdi.

Sopranos'un "görünen" gücü, şüphesiz oyuncularıydı. Oyuncu seçiminin bu kadar isabetli oluşu bir yana, neredeyse bütün oyuncuların karakterleri böylesine zenginleştirebilmesi... bilmiyorum, belki azıcık şans ve mutlu tesadüfler de vardır işin içinde. Ama daha fazlasının varolduğunu biliyoruz: Oyuncuların çoğu, daha önce mafya filmlerinde yeralmış, ortama ve duyguya aşina kişilerden seçildi. Biraz ötesi de var: Meselâ dizide Tony Soprano'nun en yakın adamlarından Paulie Gaultieri'yi canlandıran Tony Sirico, gençliğinde basbayağı mafyozo işlere bulaşmış biri. Rolü, "Oynadığım karakter asla FBI'a muhbirlik yapmayacak!" koşuluyla kabul etmiş; "yoksa mahalleye giremem" demiş. Belli başlı oyuncuların gerçek yaşantılarından pek çok ayrıntı, dizide canlandırdıkları karakterlere bir şekilde "katılmış", eklenmiş ki, bunun karakterlerin ete kemiğe bürünmesine epeyce katkısı olduğunu görebiliyoruz.

James Gandolfini'nin, öngörülmüş Tony Soprano'dan çok daha fazlasına hayat verdiği kesin. Aynı şey muhtemelen karısı Carmela'yı oynayan Edie Falco için de geçerli. Yalnız, bırakın altı sezon ve 86 bölümü, bu görünürdeki güç, oyuncuların gücü, tek başına, bir dizinin anca bir bölümünü sonuna vardırır. The Sopranos'un esas gücünü "TV dizisi" coğrafyasında daha önce karşılaşacağımıza asla ihtimal vermediğimiz derinlik ve incelikler oluşturuyor.

Asıl iş, "arka oda"da dönüyor (-kasap dükkânının arka odasını düşünelim). Dizinin yaratıcısı David Chase'in, ürettikleri "eser"e yaklaşımı, beklentileri ve baştan verdiği kararlar, "TV dizisi" şartlarını, evet, "tanıdığını" ama onlara tâbî kalmaya hiç niyetinin olmadığını ortaya koyuyor. Dizinin sonu, başta Chase, Sopranos yaratıcı ekibinin ürünlerini nereye yerleştirmek istediklerini kanıtlıyordu. (Hayır, sonu burada anlatmayacağım, bana yapıldığında çok sinir olurum!) Altı sezon boyunca değiştirilmeyen jenerik de, aynı şekilde, daha baştan, bize çok net söylüyordu: Bu, alışageldiğiniz türden bir dizi değil. Tony araba kullanıyor ve -New Jersey-New York arasında gidip gelen biri değilseniz size pek bir şey ifade etmeyecek- yerlerden geçerek evine varıyor. Hepsi bu! Arkada muhteşem bir müzik (dizideki müzik seçimi ve kullanımı başlı başına, üstüne inceleme yapılabilecek evsafta), sözleri Tony için yazılmış gibi (ama değil).

Şunu itiraf etmeliyim: Televizyonu anca sabaha karşı açıp oradan oraya zaplayıp doğru dürüst bir şey seyretmeden kapattığım bir dönemde bu jeneriğe rastladım. Tepkim şöyle oldu: Bu da nesi? Böyle TV dizisi olmaz. Dur hele, seyredeyim, bunda bir numara var. Sonra, kim nedir, ne olmaktadır, bilmeksizin bir bölümü izledim. O sırada TV'de dizi izlemeye hiç niyetim yoktu fakat aklım kaldı. Arasıra, rastladıkça takıldım, mafya işlerini, mafyozo tipleri hiç sevmememe rağmen diziye dair takdir duygularım giderek güçlendi. Sonunda, yakın zamanda, 86 bölümü beş günde izledim. Ve TV'den yarım yamalak izlediğimde güya tesbit edebildiğim şeylerin çok daha ötesine geçildiğini gördüm.

Bir anti-kahramanlar geçidi var ortada. Bencilliğin, hainliğin, düşüncesizliğin üst sınırları hakkında, nefreti cisimleştirenlerin haklı ve gayrımeşru güdüleri hakkında yazılmış makaleler okur gibi oluyorsunuz. Dizideki hiçbir karakteri kolay kolay sevemezsiniz. Fakat, bütün sahici sanat eserlerinde olduğu gibi, anlayabilirsiniz. Hattâ zaman zaman anlayış göstermeye meylediyorsunuz, sonra kötülük birden kendini hatırlatıyor.

İzlediğiniz her şeye alelacele hazırlanan bir TV sayfası sorumlusu gibi bakacaksanız, bu dizi, evet, ikinci sınıf bir mafya babasının palazlanma öyküsünü anlatıyor. Biraz dikkatli bakınca, bu öyküyü, aslında epeyce okkalı pek çok konuyu birarada tutan bir "vesile" gibi görmeye başlıyorsunuz. Dizi, Amerikan toplumuna, özellikle o toplumun İtalyan kökenli kesimine özgü psikolojik ve ideolojik handikaplarla uğraşıyor. Para ve statüye bağlı sorunlarla. Ergenlik problemleri, tutkusu kaçmış ilişkiler, evlilikler, "erkek gözünden kadın" gibi, bitmeyecek meseleler, "kadın gözünden güç sahibi erkek" gibi, girmekten pek hoşlanmadığımız alanlar, mafyalı bir hayatın çoğu zaman unuttuğumuz, yokmuş gibi yaptığımız tümsekleri, çukurları... Hepsi, sahiden bunlar üstüne düşünmek istiyorsak mâkûl ve TV dizisinin dinamizmini sekteye uğratmama anlamında meşru bir tarzda sahneye geliyor ve The Sopranos'un zengin âlemini oluşturuyor. Bu âlemde sık sık "para" üzerine düşünme fırsatı buluyoruz.

Başlıktaki soruyu cevaplanmış sayalım mı, devam mı edelim? edeceğiz, mecburen. Hiç utanıp sıkılmadan, "The Sopranos'un yerli versiyonu" diye sunulan şeyi beş-altı dakika kadar izledim. Onlar utanmamıştı, ama ben çok utandım. Tony'nin annesi Livia Soprano karakterini bizdeki muadili ile karşılaştırın; bunca lafa hiç gerek olmadığını hemen teslim edersiniz. The Sopranos'un yerlisini yapma girişiminin sadece tek güdüye dayandığı anlaşılıyor: "Abi, mafya babası psikiyatra gidiyor, süper ya! Biz de yapsak ya bunu!"

Türkiye'de dizi yazma, çekme ve yapma koşulları, gösterilen muazzam teknik gelişmeye, oluşmuş onca vasıflı elemana, yapımcıların elinde biriken onca sermayeye rağmen tek kelimeyle korkunç. Hayır, setlerdeki çalışma koşullarından sözetmiyorum. (O ayrı bir facia, ama toplasan üç-dört bin kişilik bir çalışanlar ordusunun, isteseler iki gün içinde bir yerde toplanabilmelerini sağlayacak bağlantıları, ilişkileri de varken bir türlü örgütlenip durumu düzeltmemeleri, konuyu çetrefilli hale getiriyor.) Ortadaki vahametin birçok yapısal sebebi var; şimdilik sadece burada bizi ilgilendirenleri konu edelim:

Bizim karakterlerimiz, kötü ama bazen merhametli, iyi ama bazen dalaveracı, güçlü ama şu durumda zayıf vs. olamazlar; karmaşık olamazlar. Tek boyutluluk, basitlik esastır. Bütün dizi tarihimizde, azıcık karmaşık ve derin diye niteleyebileceğimiz kaç karakter bulabiliriz, bir düşünelim. Bizim olaylarımız, apaçık, "olay olmak" zorundadır. Birisi dövülecek, birisi kaçırılacak, mutlaka "hayatın olağan akışı" dışında birşeyler olacaktır. Bu mecburiyetin dizi âlemimizi kaçınılmaz olarak getirdiği nokta, heyecanın doruğu olarak, tecavüzlerdir. (Açık baskı ve sansüre dönüşebilen muhafazakâr dalganın belki de tek yararı, yerli dizi sektörünü daha büyük utanca batacağı işler yapmaktan kurtarmak oldu; tecavüz çeşitlemeleri fazla ileri götürülemedi.) Bizim konularımız, hikâyelerimiz, varsayılmış bir çoğunluğa göre, hattâ çoğunluğa göre de değil, o çoğunluğu temsil ettiğine inanılan bir "ortalama insan"a göre şekillendirilir. Dolayısıyla, ortalama insanın hafsalasının alamayacağı şeye bizim dizi âlemimizde yer yoktur. En berbat ve tutucu Amerikan aile dizisinin değerleriyle, en kaba ve kanlı aksiyon filminin "olay" kavrayışıyla çalıştığınızda, Sopranos'un sağlamlığı ve derinliğinden kimsenin haberinin olmadığı, daracık bir âlemdesiniz demektir. Memleketimizde giderek artan saçmasapan baskılar ve bunların yarattığı tedirginlikler, alanı daha da daraltıyor. Öpüşemezler, sevişemezler, evliyse başkasıyla yatamaz, asker, polis, yargıç, savcı üçkağıtçı olamaz, yöneticilerin hicvedildiği bir sahneyi hiçbir yapımcı yaptırmaz, hiçbir kanal yayımlayamaz vs. Bunlar arasında, doğrudan iktidar baskısının sonucu olanlar belki kısa vadede daha etkili görünüyor. Ama sektörün ortalama kafa yapısının -ki burada gayet bariz Yeşilçam geleneğinden sözetmek mümkün- var ettiği ve iktidar değişimiyle de giderilemeyecek yapısal arızalar çok daha kalıcı, etkileri çok daha köklü. (Bazen pek hoş duygularla andığımız Yeşilçam'ın aslında bize neler ettiği, ileride üzerinde durmayı planladığım, leziz bir mevzu!)

The Sopranos'u, James Gandolfini'nin yerine Şafak Sezer'i, Lorraine Bracco'nun yerine Hande Ataizi'ni koyarak, "Altındağlı" adıyla yapmaya kalkışmaları, dizi sektörümüzün hem dünyadan hem kendinden ne kadar bîhaber olduğunu gösteriyor. Bu, ancak şuursuzluk veya cehaletin yaratabileceği bir özgüven yanılsaması değilse, küstahlık sınırlarını çoktan aşmış umursamazlık olmalı.

Medeniyet, şahsiyetimizin şekillendiği yaşlardan itibaren kulağımıza haykırıldığı üzre, tek dişi kalmış canavar değildir. Medeniyet, düpedüz medeniyettir. Ve yokluğu, kendini yayaların üzerine sürülen otomobillerle belli ettiği gibi, başka pek çok beklenmedik yolla da belli eder. Medeniyet, ne yazık ki aç bilaçken zor yaratılıyor; fakat kişi başına millî geliri artırmakla da kendiliğinden elde edilmiyor. The Sopranos'un "yerlisi" macerası, bir bakıma, dizi sektörümüze de yön veren zihniyet âlemimizin medeniyete uzaklığını gösterdi. Bir zahmet kaldırılmayıp üstüne işenen klozet kapakları gibi falan yani.