24 Nisan 2014 Perşembe

Devletin 24 Nisan açıklaması üzerine

24 Nisan'ın yıldönümüne ilişkin başbakanlık açıklamasının mana ve ehemmiyetinden bahsedeceksek, hükümetin ve başbakanın mâlûm hallerinin, bu hallerin hepimizde yarattığı tepkilerin ötesine geçmeliyiz. Burada, adımı atan kim olursa olsun, yakın zamanda ortaya dökülen marifetleri ve yakın gelecek için öngördüğü gaddarca işler ne olursa olsun, öznesini kenara ayırıp, atılan adım üzerinde durmamız gerekir. Bu, tarihî bir açıklamadır ve önemi, her türlü duygusal etkenden bağımsız olarak, başbakanlık adına, devlet adına dokuz dilde yapılmış bir duyuru oluşundan geliyor.

Önce ayağımıza dolanan şu "samimiyet" meselesinden kurtulalım: "Samimi değil!", böyle bir bildirim karşısında takınılacak tavır olamaz. Devlet tavrının samimi olması gerekmez. Hattâ olmasa daha iyi olur. Samimi olmasın, zorunlu olsun. Mâkûl olsun, kararlı olsun, pratik sonucu olsun; samimi olmasın. Samimi değil diye böylesine ayırt edici bir açıklamanın önemi azalmaz.

İkincisi, böyle bir açıklamanın, muhatabını tatmin etmesi-etmemesi de her şeyi belirlemez. Tatmin edemeyeceği neredeyse baştan bellidir. Çünkü yüzyıllık inkâr ve istikrarlı düşmanlık politikasından sonra ilk defa değişik bir laf söylenmeye çalışılıyor. Biz, yetersizliğini, bu yetersizliğin barındırdığı saptırma tehlikesini, bunun kalıcılaşması rizikosunu konu ederiz, açıklamayı eleştiririz (nitekim burada da bunu yapacağız); ama bu, önemini azaltmaz.

Üçüncü olarak, "bunları dediler ama gerisini getirmezler" yollu eleştirilerin muhatabı, meselâ bizimki gibi bir hükümet değildir. Başımızdaki, çıkarına göre öyle ya da böyle yapabilecek bir sağcı hükümettir. Demokrasi veya insanlık yönünde atılacak adımı sahiplenecek, geri alınmamasını sağlama bağlayacak, daha ileri adımlar atılmasını teşvik edecek olan, bizim memleketimizde maalesef pek zayıf olan demokrasi güçleridir. Türkiye'nin muhalif-demokratik hareketleri, partileri, vs. arasında "Ermeni sorunu", ancak Hrant'ın öldürülmesiyle keşfedilmiş ve hâlâ önemiyle gayet orantısız şekilde, pek az ilgi gören bir mevzu olduğundan, "gerisinin getirilmesi" için kim gayret gösterecek, bilemiyorum, ama gereğine işaret etmek zorundayım, bununla yetiniyorum.

Başbakanlık'ın, Türkiye Cumhuriyeti adlı siyasî yapı açısından en temel ve hayatî sorun olan Ermeni soykırımına ilişkin olarak 23 Nisan 2014 günü yaptığı resmî açıklamanın (buradan okuyabilirsiniz) içeriğini tartışmaya geçebiliriz.

Devlet bu dili biliyor muydu?


Atılan adım, yani yapılan açıklama, alışılagelen resmî dilden çok farklı bir dille, ustaca kaleme alınmış bir metin. Doksan dokuz senedir, bırakın soykırımı inkâr etmeyi, etnik baskının bin türlüsünü sürdüren bir devlet adına yapılmış açıklama bu; unutmayalım. İkinci olarak, bu yönde atılmış ilk adım. Dolayısıyla, tutuk olması, diyecekken dememesi, meseleyi "herkesin acıları" şemsiyesinin o sevimsiz gölgesinin altına saklaması, bana kalırsa, beklenir bir hal. Üçüncü olarak, aslında Ermenilerden veya "dünya"dan çok, Türk-Müslüman kamuoyuna seslenen bir açıklama. AKP hükümeti, kendi destekçisi olan kitleye bu konudaki yeni hattı bildiriyor gibi. "Nasılsa dışarıya konuşuyoruz" rahatlığında davranmamışlar.

Bu, bir yönden, anlaşılır. Sadece AKP destekçisi değil, MHP'li, CHP'li "kamuoyu"nun da bu mevzuda büyük çoğunluğuyla ne kadar önyargılarla dolu, empatisiz, bakarkör ve vicdansız olduğunu düşünecek olursak, Ermeni sorununda insanlığa doğru yön değişikliği anlamı taşıyacak bir resmî açıklamanın bütün bu ahaliyi teskine yönelik unsurları fazlaca barındırması kaçınılmaz görünüyor. Hatırlatayım ki, bu tarihî açıklamanın -hiç şüphesiz böyle diyebiliriz- yapıldığı günün akşamında, üstelik hükümet yanlısı iki ayrı televizyon kanalında soykırım dönemine dair programlar yayımlanıyor ve "esas zulmü onlar yaptı"dan ibaret o küstahça, vicdansızca yalan allanıp pullanıp tekrarlanıyordu. Bu ezberleri bozmaya hangi resmî açıklamanın gücü yetebilir?

"Uzatılmış el" yok ki ortada


Ancak, başbakanlık açıklamasının iç kamuoyuna yönelik ağırlığının ikinci bir sebebi daha var ki, işte o, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun bugünkü sözleriyle (şuradan okuyabilirsiniz) birleştiğinde, sevimsiz bir hakikatı dışavuruyor. "Uzattığımız eli havada bırakmayacaklarını umuyorum," dedi Davutoğlu. Oysa bu açıklama bir "el uzatma" sayılamaz. Bir diplomat, bir dışişleri bakanı, bunu gayet iyi bilmeli. Açıklama, muhatabın beklentisiyle orantısız, sınırlı kabulü ve içeriği yüzünden, "el uzatma" sayılamaz. Anca el uzatma niyetinin bildirilmesi sayılabilir. İşi ilginç kılan şu ki, Davutoğlu'nun bu sözü inanarak, yani açıklamayı "el uzatma" sayarak -aslında: sanarak- söylediğine inanıyorum. Yani yetkililerimiz, resmî metnin iç kamuoyuna yönelik ağırlığının -muhataba yönelik etkisizliğinin- farkında değiller. Buradaki doz, açıklamanın bir "el uzatma" niteliği taşımasını baştan engelliyor.

Eli kime uzatıyorsunuz? Ermenistan veya diyasporadaki Ermenilere. Onların, 1915'in çok öncesinden başlayan sistemli bir etnik temizlik ve nihayet soykırımı, "herkesin acıları" klişesine gönül indirip yutmasını mı bekliyorsunuz? Ya da elinizi bizzat üvey evlat muamelesi yaptığınız vatandaşlarınıza, Türkiyeli Ermenilere uzatıyorsunuzdur. Soykırım görmüş, Varlık Vergileri, 6-7 Eylül'ler geçirmiş bir halkın çocukları, torunları olarak, canlarını, mülklerini hiçbir zaman tam anlamıyla güvende hissetmeden yaşayan bu insanların, sizin nihayet vicdanın gösterdiği yöne doğru attığınız bu ufacık adım karşısında elinizi kapıp delicesine öpmeye ve alınlarına koymaya başlamalarını mı bekliyorsunuz? Hrant öleli, katilinin bayraklı fotoğrafları devlet görevlilerince dağıtılalı, Sevag bir 24 Nisan günü hem de askerdeyken vurulalı şunun şurasında kaç yıl geçti? Ne yaptınız Hrant'ın katillerine?

Evet, resmî TC hattından insanlık yönüne sapmak önemli, fakat siz şimdilik ufak bir ilk adım attınız diye muhatabınızın bütün görüş ve duygularından, tarih bilincinden soyunmasını mı bekliyorsunuz? Buradaki, ne yazık ki, aymazlıktan çok, bu konudaki kibrin, tepeden bakışın yerleşikleşmesinin sonucu olmalı. Yoksa, bu kadar ince, ustalıklı bir metni kaleme alabilenlerin, bu nüansı atlaması mümkün mü? Bu aslında nüans da sayılmaz. Açıklamayı henüz "el uzatma" aşamasına varmayan bir ilk "niyet göstergesi" konumuna oturtan etken bizzat bu. Ancak kendi dünyalarının dışına bakmaktan o kadar acizler ki, devleti insancıl ve yumuşak bir dille konuşturma becerisi dahi bu açığı kapamaya yetmiyor.

İkinci ihtimalse, bir tür şark kurnazlığı: Pazarlığa yer bırakmak için buradan başlayalım, ne kadarına razı edebilirsek... gibi bir düşünüş-eyleyiş tarzı. Kabine üyelerimizi falan gözönüne getirince, "neden olmasın?" diyor insan. Ermenistan yönetici sınıfı dışındaki Ermeniler nezdinde böyle bir politikanın işe yarayacağını düşünmek için hiçbir sebep yok. Aksine, öfkelendireceği insanlar Ermenilerden ibaret de olmayacaktır.

Şu meşum "tarihçiler"!


Açıklamanın muhatap tarafından "el uzatma" olarak algılanmasını imkânsızlaştıran bir başka etken, hele böyle jest niteliği taşıyan bir adım için pek uygunsuz şekilde, mevcut TC politikasının simgelerinden birine, "tarihçilere bırakma" motifine yer vermesi. Ve bunu yapabilmek için, mecburen, "arşivleri açtık" yalanını tekrarlaması. Hayır, nasıl yüz binlerce Ermeni sadece yolda giderken yanlışlıkla ölmediyse, TC devleti de arşivlerini doğru dürüst açmadı. "Açtık" dedikleri, açmaları gerekenin bir kısmıydı, başta eski Türk Tarih Kurumu başkanı (şimdi MHP milletvekili) Yusuf Halaçoğlu, Türk yetkililer doğru dürüst birlikte çalışma yürütülemesin diye kırk takla attılar, Ermeni bilim insanlarını kandırmaya bile kalktılar. Bu macerayı hatırlatmak, aklı başında hiçbir Türk yetkilisinin kalkışacağı iş değilken, böylesine anlamlı bir açıklamanın içerisinde bu ucuz yalanın tekrarlanması, elbette muhatapta zaten varolan derin samimiyetsizlik izlenimini pekiştirir. Kompleksleri, insanın önünü görmesini engeller; işte bir delili daha.

"Tarihçiler…" meselesinde bizim toplumumuzda kavranmayan durum şu: Bizim dışımızdaki bütün dünya için, tarihçilerin araştırıp da bulacağı bir gizli hakikat yok. Soykırım yıllarında herkes her şeyi bizzat günlük gazetelerden bile haber aldı, duydu, bildi, öğrendi. Bizim dışımızda herkes neyin nasıl olduğunu biliyor. Bugün herhangi bir dünya üniversitesinde, 1915'te yaşananlar hakkında değişik ve ilginç laf edecek insan zor bulursunuz. Dolayısıyla, siz çıkıp "tarihçiler baksın bakalım ne olmuş" dediğinizde düpedüz sahtekâr muamelesi görmeniz kaçınılmazdır.

Metnin, muhataplar açısından en zor kabullenilecek yanı, şüphesiz, "acılar" diye bir genellemenin ardına sığınması, Ermeniler de işte, herkes kadar bu acıdan payını almıştır, demeye getirmesi. Dolayısıyla Ermenilere yönelik özel imha politikasının varlığını reddetmesi. Daha önce de belirttim, şahsen şu an için bundan ötesinin beklenebileceğine ihtimal vermiyorum. Ancak bu elbette uyanık olmayı gerektiren bir nokta. Çünkü bu niteliğiyle bu metin, yarın hakikatin kabulüne açılacak bir kapı olabileceği gibi, hakikatin inkârına yarayan bir perdeleyici işlevi de görebilir.

Meğer canavar değilmiş


"Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inanç" ve "torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz" sözlerini ise, açıklamanın en can alıcı kısımları olarak görüyorum. Çünkü bunlar geleceğe yönelik sözler. Hernekadar elimizdeki açıklama, geleceğe adım atabilmenin önkoşulu olan geçmişle hesaplaşmanın gereğini yerine getirmiyorsa da, tekrarlayayım, ilk defa bu yönde bir niyeti resmen bildiriyor. "Geçmişi olgunlukla konuşma", öncelikle Türklere yapılmış bir çağrıdır. Konuşmayan biziz. "Taziye" iletilen "torunlar"sa, siyasetçisinin, medyasının, hacı hocasının, laikçisinin her fırsatta küfür ettiği, bugünün Ermenileridir; Türkiyeli Ermeniler, Ermenistan halkı ve tabiî "diyaspora"dır.

Diyaspora böylelikle, TC'nin herhangi bir resmî metninde ilk defa "taziye sunulan" birileri kimliğiyle yeraldı. Kimbilir belki diyasporanın, Paris'te doğmuş, Amerika'da büyümüş, korkunç pençeleri ve sivri dişleriyle Türkleri parçalayıp yutmaya çalışan bir canavar olmayıp, anavatanları ve geçmişleri ellerinden çalınmış insanların torunları olduğu giderek anlaşılır.

Evet, son olarak, bence işin en önemsiz kısmı: Hükümet bunu niye yaptı? Bana ne! Hükümet ile ahbap, dost veya arkadaş olmayacağım. Bunu yaptılar diye son birkaç yıla sığdırdıkları onca gaddarlığı, utanmazlığı da hafife almayacağım. Fakat devlet adına yapılmış böyle bir "taziye" açıklaması, eğer bu memleketin vicdanlı ve izanlı insanları sahip çıkarsa, ileride hem Türkleri hem Ermenileri ruhen şu korkunç hatıranın baskısından kurtaracak gelişmelere kapı aralayabilir; bunu da aklımdan çıkarmayacağım.

Önerim, bu açıklamayı önemsemektir.