26 Haziran 2014 Perşembe

Kazım için bir film...

Kazım Koyuncu için yaptığım Şarkılarla Geçtim Aranızdan filmini artık özel Vimeo kanalından izleyebilirsiniz: Şarkılarla Geçtim Aranızdan.

Kazım'la tanışmak kısmet olmadı. Ama ona hayatımda verdiğim yerin ancak bir arkadaşınkiyle kıyaslanabileceğini onu kaybedince anladım. Çok önemli bir insandı, çok şeyi değiştirebilecek bir insandı. Onun için bir film yaptım, sadece kendisinin konuştuğu, anlattığı, kızdığı, bağırdığı... ve o şahane sesiyle şarkılar söylediği. "Kazım üstüne" olmamasına özen göstererek. Benim insanlara söylemek istediğim hemen her şeyi söylüyordu zaten, ona aracı oldum.

İlaveten diyeceklerimi de, film için özel bir site yapıp oraya yazdım: www.kazimkoyuncufilmi.com. Hem Kazım'a dair düşüncelerimi hem müziğine dair görüşlerimi, Zuğaşi Berepe'nin "mana ve ehemmiyetini", filmi yaparken başıma gelen korkunç işleri... ayrıntısıyla anlattım. Buraya tıklarsanız, siteye gidip bunları okuyabilirsiniz.


Şarkılarla Geçtim Aranızdan'ı DVD olarak piyasaya çıkarmış, gelirini Umut Çocukları Derneği'ne aktarmıştık. Kazım'ın başlıca dertleri olan yoksulluk ve çocukları biraraya getiren böyle bir eylemin anlamlı olacağına inanmıştım. Bu yüzden filmi bu zamana kadar internete koymamıştım.

Tabiî bu tür bir kaygı ve özene yer bırakmayan devrimizde, birileri çıkıp, üç buçuk saatlik filmi parça parça oraya buraya yüklediler. Birileri DVD'lerden ripleyip torrent mekanizmalarına koydular. Bu kimselerin Kazım'ı sevmesi, hele "devrimci" olması gibi sahtekârlıklara inanmıyorum.

"Kazım filmi"yle ilgili olarak kendi öykümü siteden alıp buraya aktarıyorum. Kazım'ı tanımanızı şiddetle tavsiye ederim; onu tanımak hayatınızı değiştirecektir. Şu anda başka yolu olmadığı için "filmimi izleyin" demek zorundayım; izleyince, bunu marifet sergilemek için yapmadığımı düşünürsünüz umarım. Artık film Vimeo'da özel kanalında, üç parça halinde: Şarkılarla Geçtim Aranızdan.

Bu da altı yıl önce siteye yazdığım yazı (ekleyecek bir şeyim yok):

"Kazım filmi - benim öyküm"


Kazım hastalanmadan kısa süre önce, Viya’nın kapağındaki fotoğrafına bakarken, “Artık gidip bulayım, tanışayım,” diye düşündüm. Zuğaşi Berepe’den beri uzaktan izliyordum onu. Müziğinde ve müziğinin gelişiminde nelerin beni çektiğini ayrıca anlattım (kazimkoyuncufilmi.com'da, "Kazım'ın müziği - Nedir ilginç olan?" başlıklı yazı; buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Kendisiyle yapılan görüşmelerde söylediklerinden, onunla şu ya bu şekilde karşılaşmış insanların anlattıklarından, Kazım’ın kendime çok yakın bulacağım biri olduğuna ve beraber birşeyler yapabileceğimize dair garip bir önsezim, hattâ inancım vardı. Hastalandığını duyduğumda, onu kaybedeceğimize en ufak bir ihtimal vermedim. “Adamın tedavisi bitsin, telaşı geçsin, öyle gider tanışır, konuşurum,” dedim.

Ölüm haberini aldığım gece, o an için elimdeki tek CD’si olan Viya’yı sabaha kadar döndüre döndüre dinler ve ağlarken, durmadan kendime şunları dediğimi hatırlıyorum: “Tanışmıyordun bile; nasıl olup da bir arkadaşını kaybetmişsin duygusuyla yanıp yakılıyorsun böyle?” Nitekim, bunu izleyen günlerde çok eski bir arkadaşım, “Ya, sana ne oluyor ki allahaşkına?” dedi.

Arayı atlayarak doğrudan şuna geçmek istiyorum: Filmi yapabilmek için Kazım’ın en yakınındaki insanlarla zaman geçirmeye ve topladığım ses ve görüntü kayıtlarını defalarca izlemeye, dinlemeye başladığım süreçte, onun elbette benim bir arkadaşım olduğuna kuvvetlice inandım. Filmi yapmak için uğraştığım iki yıl boyunca samimiyetimiz ilerledi. Filmi bitirirken, onun ölümüyle sarsılmaya devam ettim.

İşin tuhafı, bütün bu süreç boyunca, bana onunla ilgili bir şey anlattıkları zaman, bir sonraki adımda ne demiş, nasıl davranmış olabileceğine dair tahminlerde bulunmaya başladım ve bunların neredeyse hiçbiri yanlış çıkmadı. Hattâ, bana anlatılmayan çok şeyi anladığımı da iddia edebilirim. Onun en yakın arkadaşlarından biri filmi izledikten sonra, “Sanki sen onu çok iyi tanıyormuşsun gibi,” dediğinde, sevineyim mi, gurur mu duyayım, ne yapayım bilemedim. Bunun böyle olduğunu artık biliyorum, ama şaşırmaktan da vazgeçemiyorum.

Birisiyle, o bizim dünyamızdan gittikten sonra böylesine yakın arkadaş olunur mu? Ancak bir peygamberin cevaplayabileceği bu soruya cevap aramayı da artık bıraktım. Belki benim bahtıma da böyle bir trajik mucize düşmüştü. Acısıyla birlikte kabullenmekten başka yapabileceğim bir şey yok.

Tabiî bu noktaya gelmek kolay olmadı. Çünkü dünyada Kazım’sız bir hayat devam ediyordu ve benim yakın çevremde onunla özel yakınlığı olan kimse yoktu. Kendi başıma kaldığım zamanlarda bir ayağımı başka bir âleme basarak yaşamayı nispeten becerebiliyordum, ama başkalarıyla birlikteyken, çoğu zaman, izinli veya görevli olarak, geçici süreyle orada bulunuyormuşum hissinden kurtulmam zor oluyordu.

Bir film yapma sürecinin gerçek hayatla karışması, her zaman büyük bir sorun olmayabilir. Böyle durumlarda genellikle bunun filme zararı dokunur. İnsan nesnelliğini kaybeder, duygusal baskılar altında, filme seyirci için anlamı olmayan, akışı bozan, bütünlüğü zedeleyen birçok gereksiz unsur katabilir.

Ancak yaptığınız, aramızda olmayan bir insanın kısa süreliğine aramıza yeniden katılarak kendini anlattığı bir filmse, sonunda yeniden ayrılık kaçınılmaz. O sona yaklaşmamak için ruhunuzun gösterdiği direnç, filmi bitirip ortaya çıkarma konusunda duyduğunuz arzuyla öyle bir kapışıyor ki, parçalanıp toz haline gelmeniz işten bile değil. Bu yüzden, onca badireye rağmen filmin sonlarına yaklaştığımda, hiç beklemediğim bu acayip durumu da aşmam gerekti.

İnanın, bütün bunların üstesinden gelebilmemi sağlayan, Kazım’ın tertemiz bir öfke ve şahane bir Laz inadıyla söylediklerine kulak vermek oldu. Benim öfkelendiğim şeylere öfkeleniyor, suratımı asmadan, bağırıp çağırmadan, küfretmeden asla söyleyemeyeceğim şeyleri bazen benden beter sinirlenerek, çoğu zaman güleryüzle, arada kendiyle de eğlenerek dile getirebiliyordu.

Bana müthiş bir direnç takviyesi yaptı Kazım. Filmi ilk izlettirdiğim arkadaşlarımdan biri, ileriki günlerde, “Bir şey yaparken, ‘Kazım’a ayıp etmeyeyim şimdi’ diye düşünür oldum,” dedi.

Bütün bunlardan bir “ideal insan” portresi çıkarmaya çalıştığımı sanmayın. Zaten filmi en ufak hamasetten uzak tutmaya çalıştım. Becerdiğimi de sanıyorum. Ama hele bu memlekette asla kolay kolay yetişmeyen, çok özel bir insanla karşı karşıya olduğumuz kesin. Zaten kusurlarını saklama derdi olan birine de hiç benzemiyor ki, bu da sık kullandığı bir deyimle, ona ilaveten “puan yazıyor”.

Benim “Kazım filmi” öykümün herkesle paylaşabileceğim en çarpıcı ayrıntısına geleyim.

Kazım’ın toprağa verilişinden (27 Haziran 2005) birkaç ay sonra, Kazım’ın yakınlarıyla tanışmaya, ardından malzeme toplamaya, Hopa’da, Pançol’da ve Doğu Karadeniz’de farklı yerlerde çekimler yapmaya başladım.

Birçok insanın yardımıyla –filmin sonunda ve sitede isimleri yeralıyor- boyuna yeni kayıtlar buluyor, VHS, Hi8, V8, DVD, VCD, Betacam, miniDV... aklınıza gelebilecek her formatta ses ve görüntü kayıtlarını aktarıp sınıflandırarak hazır hale getiriyordum. 2006 yaz sonunda, nihayet, filmi yapmaya başladım. Çözülmesi gereken pek çok teknik sorun, verilmesi gereken çok fazla karar vardı. Üstelik, 2,5 saatlik bir film yapmaya niyetliydim ve baştan verilecek her yanlış kararın anlatıma dair, teknik, estetik faturaları pek ağır olabilirdi.

Akıl edebildiğim, verebildiğim için kendimi pek takdir ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim hayatî içeriksel karar şuydu: Bu filmde sadece Kazım konuşacaktı. Elime geçen ilk kayıtlardan sonra, bunun hem olabileceğini hem de ortada Kazım’ın bu anlattıkları varken, başkalarının onun hakkında, onun üstüne vs. konuşmasının elbette ikincil kalacağını görebilmiştim. Âdetâ benimle birlikte bu işi yapmaya girişen Kazım’ın yakınlarının da bu fikri coşkuyla onaylaması elbette cesaretimi artırdı.

Evet, filmi yapmaya koyuldum. Düşündüğümden daha isabetli adımlarla, daha güzel ilerliyordu.

Derken, 2006’nın 12 Aralık günü, bir çekim ve kurgu işi için bulunduğum Maslak’taki Anima’dan eve döndüm. Saat 19.30 sularıydı. Evimin karşısındaki lokantada yemek yedim ve bizim apartmanın bitmek bilmeyen basamaklarını tırmanmaya başladım. Benim kata geldiğimde, merdivende havlularımdan birini gördüm. Kilit kırık, kapı açıktı.

Sırf bu filmi yapabilmek için, yıllardır kullandığım, Matrox kartlı Adobe Premiere’li kurgu sistemi yerine, her şeyi göze alıp, Macintosh G-5 üstünde Final Cut Pro’lu bir kurgu sistemi kurmuştum. Benim hayat standardımdaki biri için ufak bir servet ödeyerek.

Evet, eve girdim. G-5, ekranlar, laptop ve başka birkaç şey çalınmıştı. Filmden geriye sadece ham kasetler kalmıştı. “Kazım filmi”nin yapılmış iki saat yedi dakikalık! kısmı artık yoktu. Çocukluğu, Hopa’daki ortaokul ve lise yılları, İstanbul’a geliş, Dinmeyen, Zuğaşi Berepe yılları, kendi grubuyla çıkana kadarki ara dönem, askerlik, Kızılırmak’a bas çaldığı zaman... hepsi tamamlanmışken, bir anda havaya karışmıştı.

Sonrasına dair bir şey anlatabileceğimi sanmıyorum. Hayattaki en yakın arkadaşım, kaybolan kurgu sistemimin yerine yenisini aldı, evime alarm taktırdı. (Tam burada adını anarsam hoşuna gitmeyeceği için, bunu başka yerlerde başka yollarla açık ettim.)

Ve şunu eklememe izin verin: Kısa süre sonra Hrant öldürüldü. Arkadaşımdı, Agos’un ilk sayfa tasarımı bana aittir, dört buçuk ay kadar beraber çalışmıştım. O da çok özel, kırk yılda bir zor yetişen türden insanlardandı. Öldürülmesinin bu memleket için anlamı çok ama çok korkunçtur. Çok önemsediğim bir insanla birlikte, memlekete dair kalan umutlarımı da yitirdim.

Ve aradan aylar geçti. Günün birinde, nasıl bir inatla, nasıl bir kuvvetle, hâlâ bilemiyorum, filmi yeniden yapmaya oturdum. En yakın arkadaşlarım dahil kimseye bir şey söylemedim. Aylar boyunca. Nihayet bir gün birkaç arkadaşımı toplayıp dedim ki: “Çalınan kısmı yeniden yaptım.”

Hayatımın en garip günlerinden biriydi herhalde. Sevinemiyordum bile.

Çünkü çalınan kısmı yeniden yaparsam her şeyin hallolacağını sanmıştım. Halbuki daha geride yapılması gereken çok şey vardı. Şimdi hangi kuvvetle devam edebilecektim?

Bunun da cevabı yok. Devam ettim. Fakat bir gün yine çok meşum bir durumla karşı karşıya kaldım: Kazım’ın hastalığı aşamasına gelmiştim.

Durmadan geri dönüp ilk bölümlerde düzeltmeler yapmakla uğraşmakta olduğumu ve bunu niye yaptığımı fark edene kadar bir zaman daha geçti. Kaçınılmaz sonu idrak ve kabul etmek de kaçınılmazdı haliyle.

Film biterken, sevinmem gerekirken, karşımda gördüklerime kahrolmaya devam ettim.

Şimdi, film karşınızda. Daha önemlisi, artık yapıldı, dünyadan ve hayattan yok edilemez. Kuşaklar sonra birileri Kazım’ın varlığından, nasıl bir insan olduğundan, başka türlü yaşamanın, “sisteme” ve hayata itirazın mümkün olduğundan haberdar edilebilecek.

Ben de, insanlara söylemek -ve “bırakmak”- istediğimi bırakabilmiş olacağım.

Elinizdeki, üç adet DVD’dir. Hassas yüzeyine anahtarla iki çentik atsanız kullanılmaz hale gelir.