4 Ağustos 2014 Pazartesi

Cinayeti gördüysen, "cinayeti gördüm" diyeceksin

Kazım Koyuncu'ya "abi, ne olacak bu işler?" havasında bir soru soruyorlardı, filmi yaparken dinlemiştim, hep hatırlarım; o da diyordu ki: "valla, düşünen, bu dünyanın eziyetini çekecek, düşünmeyen de sefasını sürecek". İsrail'in "tedricî soykırım" politikasının yeni adımı olarak Gazze'de giriştiği katliam başladığından beri, sabaha kadar, akıl almaz vahşet haberleriyle yüzyüze kalıyoruz. Yalnız olmadığıma inanıyorum, "biz" diyorum. Twitter'da Gazze'den yazan insanlar var; onlar için endişeleniyoruz, bir süre sesleri çıkmasa öldüler sanıyoruz, dayanılacak hal değil. Umutsuzluğa kapılmak üzereyken, birinden bir ses geliyor, buna sevinecekken bu defa yazdığını okuyorsun, "bir aile daha yok oldu" cinsinden bir şey; yine yıkılıyorsun. (İsrail şu ana kadar 60 aileyi son ferdine kadar yok etti, bu arada. Üç-dört kişilik çekirdek ailelerden sözetmiyoruz.)

3 Ağustos'ta, bu gündelik felakete Irak'ta (Musul/Şengal) Ezidilerin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi eklendi. Müslümanların şu ana kadar çıkarabildiği en sıkı faşist örgüt, İD (eski IŞİD), "İslâm'a dönmezlerse" hepsini öldüreceğini ilân etti ve bazılarını da, herhalde gözdağı vermek için katletti. İnsanlar her şeylerini bırakıp, herhangi bir hazırlıkları, donanımları olmaksızın dağlara kaçmaya başladılar. Öylece bekleşiyorlar, ne zaman gelecekler de bizi öldürecekler diye. Ben bu satırları yazarken (04.08.2014, 02:50-05:30 arasında) muhtemel bir soykırım başlamış da olabilir, ben günün ağarışını izlerken İD'in katilleri, çoluk çocuk cellatlarını bekleyen korku içindeki insanlara doğru harekete geçmiş olabilir. Sabah namazlarını kılıp.

Yanıbaşındaki felaketlerin etki alanında yaşarken insanın sağlıklı olması zor. Bunlardan hiç etkilenmemenin "sağlıklı davranış" diye nitelenmesini kabul edemem doğrusu. Sahipleri gayet sağlıklı görünseler ve Kazım'ın dediği gibi sefa sürseler de. Peki bu ölümcül etkiler alanında aklını kaçırmadan yaşamanın yolu nasıl bulunacak?

Sanırım bu trajik, şizofrenik, uçurum kenarı durumunun tek çaresi var: Etkilere açık, pasif bir varlık olmamak; direnmek, mücadele etmek. İnsan elinden geldiğince mücadele etmeli. Zalimlerin elinde değersizleşen, anlamsızlaşan hayatının "onurunu" kurtarmalı. Varlığının bir anlamı olduğuna yeniden inanmalı. Niye yeniden? Çünkü meselâ İD'in önüne çıkanın kafasını keserek, insanlığın binlerce yıllık kültürünü mahvederek ilerleyişi, bunu izleyeni elbette varoluşunun anlamından şüphe ettirir; ettirmelidir. İsrail'in çocukları katledişini izlemek zorunda kalan için de aynısı geçerli. Niye alttan alta suçluluk duyulur ki böyle durumlarda? Bu yüzden, direnmek, protesto etmek, illâ protestoya konu olan durumda bir değişiklik yaratmasa da gereklidir; adalet duygusuna sahip insanların sağlığını korumak için de elzemdir. ("Gezi hayatımızda değişiklik yaratmadı" diyenler, bunu kavrayamayanlar.)

İsrail devletini durdurabilecek veya İD katillerini yolundan çevirecek bir direnişi biz nasıl yapalım? İlk bakışta zor. Haydi İsrail daha zor, İD için, kalkıp binlerce kişi Rojava sınırına yığılamaz mıyız? TC hükümetinin İD'e yardımı kesmesi için gösterilere girişemez miyiz? En azından, uluslararası kamuoyunu harekete geçirmek için örgütlenip bir dizi faaliyet yürütemez miyiz? Son zamanlarda neler neler için örgütlenilebildiğini, sokaklara dökülünebildiğini gözönüne alırsak..? Gazze, Müslümanların bir meselesi ve İHH'nın özel faaliyet alanı değildir. Eğer bir siyasî grupsan, hareketsen, partiysen ve Gazze ilk meselelerinden biri değilse, solcuyum diyemezsin. İnsan haklarından dahi bahsedemezsin. Eğer İD ilk meselelerinden biri değilse, bırak solculuğu molculuğu, burada yaşamıyorsun demektir. "İD'in gazabı Şiilere, Kürtlere, Hıristiyanlara, Ezidilere... bana ne!" diyorsan, insan olup olmadığın tartışılır. Ee?

Peki, yaşadığımız felaket günlerini daha da bunaltıcı hale getiren olguları hatırlatıp alanı daraltayım: Nurtepe Çayan Mahallesi'nde başlayıp Gazi'ye sıçrayan "olaylar" neticesinde 16 yaşında bir genç, İbrahim Öksüz, çapraz ateş altında kalıp can verdi. Ardından, 17 yaşında bir başka genç, Mustafa Ceylan, çok yakın mesafeden başından vuruldu, hastanede can çekişiyor. İlk olayın nasıl cereyan ettiğine dair hiçbir bilgimiz yok. İkincisine dairse, kapkaranlık birtakım ayrıntılar var. İsrail'in ve İD'in cinayetleriyle, elimizden bir şey gelmediğinden ötürü mü beraber yaşamak zorundayız? Bu cinayetlerle niye beraber yaşamak zorundayız?

Böyle şeyler insanı hasta eder. Katliama şahit olmak, soykırım seyretmek gibi hasta eder. Bunlar içimizde kök salar, büyür, ur olur, başka urlara yolaçar. Hasta oluruz. Zaten hastaysak, zamanında içimizde bu urların büyümesine izin verdiğimizdendir. Bunlardan sözedeni dışladığımız, susturduğumuz, sözüne kulak verilmez ilân ettiğimiz içindir. İçinde böyle urlar büyütmek, direnişin tedavi etkisini giderir. Direnmenin sağlayacağı arınmadan, temizlikten yoksun bırakır insanı. Tıpkı soykırım seyretmek gibi. Katliama şahit olmak gibi. Hastalıktan korunmanın-kurtulmanın tek yolu direnmektir.

Ve direnilecek şeyler arasında, gündelik politikanın kirli icapları, oportünizm, tukaka edilme, dışlanma korkuları da olmalı. Direnmenin gerektirdiği esas cesaret buralarda. Cinayeti gördüysen, "cinayeti gördüm" diyebilmelisin.