29 Nisan 2015 Çarşamba

Fair play'in Türkçe’si var mıdır?

Radikal, 21.04.2015


Mesele, haksızlığı adaletsizliği kanıksamış olma, bunlarla birarada yaşamaya alışmış olma, hattâ hayatın nasılsa haksızlık-adaletsizlikle yürüyeceğine duyulan sarsılmaz inançla, bunlardan olabildiğince yararlanmaya bakma meselesi. Mesele, tuttuğum taraf kazansın da ne olursa olsun meselesi; rakibin sakatlanan oyuncusuna “ooh ooh” çekme ve o oyuncunun yerden kalkamamasını sahiden isteme, beleş penaltıya eyvallah deme meselesi. Mesele, ilaveten, yüzsüzlük, pişkinlik meselesi. Hayır, soykırım inkârı ve üstüne bir de, başta Ermeniler, dünyaya posta koyma rezilliğinden bahsetmiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli genel seçimlerinden birine gidiyoruz. Sonucuna göre, tartışmasız en önemlisi de olabilir. Şu anda olan bitene bakılırsa, seçim öncesi yaşananlar ve yaşanacaklar, oy verme gününü tarihî bir “kırılma noktası” haline getirecek.

Peki bu sahici bir seçim mi?

Geçen yerel seçimler, sahici seçim miydi?

Uğraştığımız konular, muhtemel/potansiyel oy oranları, kim nerede neden şanslı, kim neyi gözetmeli ve aslında bütün öteki partileri figüran haline getiren mâlûm mevzu: HDP barajı geçer mi?

İyi güzel de, partilerin eşit şartlardan ve şanslardan yararlanamadığı bir seçim yarışı, “seçim” denen şeyin ruhuna ne kadar uygun?

Yerel seçimler öncesinde, birçok Anadolu şehir ve kasabasında, HDP binalarına saldırılar düzenlendi, HDP'lilere yönelik linç girişimleri yapıldı. Kimse çıkıp, bunun seçimin meşruiyetini ortadan kaldırdığına dair tek laf etmedi, seçime katılan partilerden birinin şansını azaltmayı, kimi yerlerde yok etmeyi hedefleyen saldırılar Meclis veya günlük siyaset gündemine girmedi. Bırakın, seçim dahil her türlü demokratik mekanizmayı artık sadece ayak bağı olarak gören yeni ulu önder ve iktidar partisini, HDP dışındaki muhalefeti de bu eşitsizlik hiç rahatsız etmedi.

Şimdi HDP barajı aşamasın diye daha da beter provokasyonlar, tertipler yapılıyor. Ağrı'da askerleri öldürtmeye yönelik plan fosladı, fakat her an yenileri tezgahlanabilir. Galiba tezgahlanıyor da. PKK durmadan, askerlerin neredeyse gerilla ile “sıcak temas” aradığı durumlara dair duyurular yapıyor. İddiaya göre, Kandil üzerinde askerî jetler alçaktan uçtu. İşin kötüsü, bu fasıllar biz sıradan insanların izleyebileceği şeyler değil.

Bir yandan HDP'nin sürekli çatışmayla, silahla birlikte anılmasını sağlamak isteniyor, öbür yandan özellikle görece uzlaşmaz, militan Kürtleri tahammül edemez hale getirmek, gençleri isyana sürüklemek amaçlanıyor belli ki.

HDP yöneticileri, öyle görünüyor ki, vaziyetin fazlasıyla farkında, planlananların bilincinde ve bu rezilliğe pabuç bırakmaya niyetleri yok. Yine de tahammül sınırının her gün biraz daha zorlanacağı maalesef öngörülebilir. Nitekim Selahattin Demirtaş, gerilimi yatıştırmak için büyük çaba harcadıklarını söylüyor.

Bütün “Türkiyelileşme”, sadece Kürtlerin değil ezilen, sömürülen, hakları yenen, sesi duyulmayan herkesin sözcüsü olma söylemine rağmen HDP'nin aslında “silahlı Kürtlerin partisi” olduğunu gösterip onu marjinalleştirmeye çalışmak, kısa, hattâ orta vadede bu ülkeye ve topluma yapılabilecek en büyük kötülük. Bugünkü iktidar partisinin, iktidarda kalmak uğruna göze alamayacağı herhangi bir kötülük yok. Dolayısıyla buna da kalkışıyorlar.

Buradaki konumuz açısından, bunun anlamı: “seçim” denen mekanizmanın varlık koşullarından birini ortadan kaldırmak. Birileri çıkıp HDP binasını kurşunladı diye seçimin demokratikliğine halel gelmeyebilir. Hele bu provokatif eylem hükümetçe kınanıyor, yetkililerce gerekli takip, soruşturma vs. yapılıyorsa. Hattâ, “Anayasa icabı tarafsızlığı” gibi safsatalarla artık hiç vakit kaybetmek gerekmeyen cumhurbaşkanının HDP'yi suçlaması da sineye çekilebilir. Sonuçta siyasettir, bu ülkede zaten solcu bile kafasına uymayan solcuyu -“şu yaptığın yanlış” filan demez- direkman hainlikle suçlar, dolayısıyla Erdoğan'ın HDP'yi “Vatikan'ın sözcüsü” diye damgalamasında bir sınır aşımı yoktur, denebilir. Şu dandik yasal düzenimiz içerisinde dahi basbayağı yasal bir partinin “parti olarak” seçime girmesi bir iktidar mensubunca “uluslararası komplo”nun parçası ilan edilebiliyorsa, cumhurbaşkanı sadece sırta şakacıktan şaplak indirmiş sayılabilir.

Ancak, geçen yerel seçimler öncesinde değişik yerlerde görüldüğü gibi, şimdi de birçok yerde faşist güruhların HDP binalarına saldırması, tabela indirmesi, devletin güvenlik kuvvetlerinin her zamanki gibi saldırılara seyirci kalması, “siyasettir” denip geçiştirilebilecek bir durum değil. Antalya/Serik'teki sistematik saldırılar, Bursa'da HDP lokali açılırken birilerinin oraya saldırmaya kalkması, Hatay'daki saldırı; bunlar aleni birer seçim sabotajı. Geçenlerde rastladığım bir “saldırılar haritası”na göre, benzer eylemlerin sayısı 35-40 arasında. Birçok yerde HDP'liler kelle koltukta seçim çalışması yürütüyor.

Bu başlı başına, seçim mekanizmasının inkârı, deforme edilmesi, zemininin, meşruiyetinin ortadan kaldırılmasıdır.

Çok basit: Beni bir mahalleye sokmuyorlarsa, parti bayrağımı, binamı yakıp yıkıyorlarsa, tabelamı indiriyorlarsa, gidip orada propagandamı yapamam. Rakiplerim oraya girip ahaliye seslenebiliyorsa, dünyanın bütün anayasaları ve yasalarına göre kabul edilemez bir eşitsizlik durumu, gayrimeşru bir hal doğmuş olur.

Bunlara iktidar göz yumuyor, diyelim. Öyle de zaten. Eğer bizzat kışkırtmıyorsa. Ama genellikle HDP binalarına yapılan saldırılarda MHP'lilerin, BBP'lilerin ön saflarda olduğunu, muhtemelen örgütleyici de olduklarını biliyor veya tahmin edebiliyoruz. (Zaten tam da bu sebeple, bir de MHP seçim bürosu kurşunlandı ki, herkes iyice kızışsın, birbirini boğazlasın.) Geçmiş saldırıların bir kısmının sadece binayı açtırmamayı amaçlamakla sınırlı kalmadığını, basbayağı linç girişimi de olduğunu (Giresun, Sinop...) hatırlayalım. HDP yöneticilerini linççi kalabalığın arasından geçirme, onlara göstere göstere taksiye bindirme gibi polis marifetlerini de unutmadık. Ne yapıldı bu aleni suçlarla ilgili? Hiçbir şey. Kimse peşine düşmedi. HDP, muhtemelen, sonuç çıkmayacağını bildiği veya haklı olarak biraz da bıktığı için. Veya ortamı daha fazla germemek için. Ya ötekiler? İktidar tamam; ya kendilerine muhalefet denenler?

Burada, açıkça görüldüğü üzre, üstelik iktidarın doğrudan suçlanabileceği, seçim öncesi sürecin meşruiyetini yok eden bir durum var. Muhalefet niye sesini çıkarmıyor?

Çünkü milliyetçilikleri, seslendikleri kesimlerin ırkçılığı, “PKK'ye karşı olma” bahanesi ardına saklanan Kürt düşmanlığı, Kürtlerle -mazallah- eşit haklara sahip olmaktan duyulan korku, sözümona muhalefeti oluşturan siyasetçilerin elini kolunu bağlıyor. Başka herhangi bir konuda bu kadar umursamaz, bu kadar rahat olamazlardı. Bu konuda niye bu kadar rahatlar? Çünkü mevzu Kürtler ve “Kürtlerin partisi”. (Bu rahatlık MHP-BBP camiasıyla sınırlı değil. Bir “solcu” ortamında Seyit Rıza'ya “köy basan haydut” denebilmesinde, bu lafı kendisine tepki gösterilmeyeceğini bilerek pervasızca eden insana sahiden herhangi bir tepki gösterilmeyişinde de karşımıza çıkan, aynı rahatlık.)

Muhalefetimiz ve seçmen kitlesinin iktidara kızma sebepleri de şahane. Kürtlere ve HDP'ye yapılan saldırılara göz yumduğu, seçim ahlâkını, hukukunu bozduğu için iktidara kızan yok. Kürtleri daha fazla öldürmediği için, öldürmek yerine onlarla -görünüşte, lafta da olsa- anlaşmayı öngören bir yola girdiği için kızıyorlar. Gereği yapılıyor, yapılmıyor, samimiydiler, değildiler... bunlardan sözetmiyorum; değiller elbette. Seçim beyannamesinin Çözüm Süreci ile ilgili sayfalarını matbaaya giderken yolda düşürüp kaybettiğini ileri sürerek, iktidar bu mevzudaki laubaliliğini taçlandırdı. Muhalefetinse, Kürtlerin taleplerini varsayan, meşru sayan, meselenin çoğulcu-demokratik bir rejime sıçranarak çözülmesini öngören herhangi bir önerisi, girişimi, projesi hiçbir zaman olmadı.

Doğrultu olarak, “Çözüm Süreci”, gizli görüşmeler aşamasıyla, “Âkil adamlar” aşamasıyla, her şeyiyle, bu muhalefetin silahını doğrulttuğu aslî hedeflerden oldu. Ama seçim sürecinde bir partinin çalışma imkânının elinden alınması, hiçbir zaman onların derdi olmadı.

Şimdi de olmayacaktır.

İki sebeple: İlki, sözkonusu olan Kürtlerin partisi, ondan. Nasıl, Cumartesi günü sinemacıların sansüre karşı yürüyüşüne, mesele PKK'yi anlatan bir filmin sansürlenmesinden çıktığı için sadece birkaç yüz kişi katıldıysa, eğer mesele, diyelim Gezi ile ilgili bir filmden çıksa muhtemelen birkaç bin kişi katılacaktıysa, HDP'nin seçim çalışmalarında eşitsiz-haksız bir konuma sokulması da tepki görmüyor.

İkinci sebepse, girişte kısaca değindiğim hasletimiz: Bizde fair play kavramı yok. Bize göre hayatta fair play yok. İnsanların birarada yaşayabilmesinin önkoşulunun fair play olduğunu kavrayabilmekten çok uzağız. Seçimdi, demokrasiydi, bütün bunlar, fair play olmadan olmaz. Aslına bakarsanız, fair play olmaksızın, ancak herkes başkalarının haklarını gözetirse işleyebilecek bir mekanizma olan trafik de yürümez. Nitekim yürümüyor.

Fair play'i niye Türkçe yazmadın, diye takılan olursa: Bizde fair play'i abartırsan, insana “artistlik yapma” derler.

[ EK / HDP bürolarına saldırı haritası için şuraya bakabilirsiniz: Kontra Salvo - HDP'ye Saldırı Haritası. Sanırım sürekli güncelleniyor da. ]