14 Nisan 2015 Salı

Küstahlığı seviyoruz, pişkinliğe tapıyoruz

Radikal, 12.04.2015


Şimdi hangi partinin neredeki hangi adayının nerede olsa neyi değiştirebileceği veya hangi küskünün ne yapması halinde neler olabileceği veya oradan o kişinin değil de bu kimsenin gösterilmesi halinde nelerin olmayabileceği üzerine ahkâm kesebilseydim, inanın ben de memnun olurdum. Bu ince işlerin toplamda seçim sonuçlarını yüzde bir bile etkilediğine inanamıyorum ne yazık ki. İnanamama kusuru.

Biz Türkiye'de, akılla mantıkla, somut koşullara göre farklı tercihler yapmanın gayet mümkün olduğu ve insanı dinden imandan veya solculuktan, liberallikten, Atatürkçülükten, her neyse, çıkarmayacağı, buna karşılık farklı görüş ve tavırdan insanların aynı tercihi yapabileceği, bu yüzden özdeş hale gelmeyecekleri ufacık olaylarda bile önceden belirlenmiş tarafımıza göre seçim yaparız. Nerede kaldı koskoca seçim!..

(Bu konuda kayda değer bir istisna, belli ki çok iyi insan olan bir öğretmeni bütün o çirkin devlet kibriyle aşağılamaya kalkan -ve ölümüne yolaçan- Yalova valisini birkaç İslâmcı yazarın da kınaması ve istifaya davet etmesi oldu. Adalet duygusunun tamamen ölmediğini görmek güzel!)

Bizimkiler yapıyorsa doğrudur, ötekiler yapıyorsa yanlıştır; buna göre yaşarız. Taranan Fener'in otobüsüyse, gerikalan herkes “şikeden beri gelen haklı tepkiler”den sözeder, Beşiktaş'ınki olsaydı, “e, tabiî Çarşı'nın Gezi'deki şeysi...” falan denirdi.

Laf gelmişken: Şehirlerarası yolun uygun yerinde pusu kurup, en can alıcı hedefe, otobüsün şöförüne nişan alarak ateş etmeyi, böylece bir-iki mermiyle verilebilecek en yüksek zarara yolaçmayı planlayan, bunu soğukkanlılıkla beceren, eylemden sonra iz bırakmadan kaçabilen birilerinin yaptığı işe “taraftar tepkisi” demek nasıl bir aymazlıktır? Tek bir karanlık işin dönmediği, binlerce faili meçhul cinayetin, onlarca faili -güya- belirsiz provokasyonun yaşanmadığı bir ülkedeyiz ya!

Ayrıca Fenerbahçe otobüsünün Trabzon civarında her an saldırıya uğrama ihtimali, gün içerisinde cumhurbaşkanının bizi herhangi bir vesile bulup azarlaması ihtimalinden daha düşük değildir. Bunu herkes bilir, en başta polis bilir.

Fener otobüsüne saldırı, dört başı mamur bir “dehşet salma” eylemi. “Terör” aslında budur. Amacı belirsiz, herkesin başına gelebileceği izlenimi yaratan kanlı, korkutucu eylemlerle yürütülen bir tür sindirme işlemidir. Benzerlerini bolca yaşamış bir ülkede işin bu tarafına dikkat çekince komplo meraklısı ilan ediliyorsunuz. Saflık mıdır, enayilik midir, yoksa sırf söyleyene gıcıklıktan mıdır, ayırt edemiyorum.

Öbür mevzumuz, elinden gelse hepimizin üzerine böcek ilacı sıkacak bir adamın hükümet yanlısı gazetenin muhabirini hakir görüp, kibir ve küstahlık tarihine yeni bir hakaretname paragrafı eklemesi. Böyle bir tutuma, “oh, kapak olmuş!” diye el ovuşturmayla nasıl demokrat muhalif olunacak, artık ilginç bile olmayan bu sorunun cevabını araştırmaya kalkışmıyorum, Çünkü bunca yıl bulamadığıma göre bu sefer de bulamayacağım açık. Ne mevkii makamı yerindeyken bambaşka türlü konuşan bu yarı-tanrıyla ilgilenmek istiyorum ne de utanma arlanma sıkılma gibi hasletleri bir yana bırakın, gazeteciliği de bırakın, propagandacılıktan düpedüz sahtekârlık mesleğine yatay geçiş yapmış belge imalatçılarına dair içimden gelenleri söyleyerek mahkemelik olmak.

“Hükümet yanlısı basın” diye bir şey de kalmadı. Propaganda aygıtında bile asgarî bir gazetecilik unsuru bulunur. O da kalmadı. “Atatürk'ü İnönü zehirletti” saçmalığı ve uyduruk “belge”leri, alenen suçtur. Demokratik olması bile gerekmez, azıcık hukukun varolduğu her yerde bu yüzden yargılanılır, ceza alınır.

Bu konuda kafamda tereddüt yaratan tek husus, durmadan karşılaştığımız, istikrarı ve sürekliliği olan, piyasada “özgün Türk karışımı” diye satılan şey: cehaletin küstahlıkla iki ölçüye bir ölçü bileşimi. Acaba gözümüze kötülük olarak görünen icraatın bir kısmına kötülük değil cehalet mi yolaçıyor?

Hükümet propaganda aygıtında önemli yer işgal eden bir kadın yazar, meğer birinci ve ikinci İnönü savaşlarına İsmet İnönü'nün adını yaşatmak, şereflendirmek vs. amacıyla “İnönü Savaşı” dendiğini sanıyormuş. Soyadı kanunu çıkmadan çok önce, ne yazık ki, üzgünüm, yani hepimiz üzgünüz ama... İnönü adını taşıyan bir yerde sahiden yapıldığı varsayılan -bunun için de üzgünüz haliyle- muharebelere o sırada -bakın yine üzgünüz- henüz soyadı bulunmayan İsmet Bey'in ileride alacağı soyadının isim olarak münasip görülmesi...

(Birer “kahramanlık destanı” olduklarına dair, nazikçe ifade edelim, ciddî şüpheler bulunan “İnönü muharebeleri” etrafında vaktiyle örülen propaganda ağı da başlı başına, “Türkiye bir nedir?” bahsinin konusu, ama onu mecburen geçiyoruz şu anda.)

Hepimiz her gün bir sürü değişik konuda okumak-yazmak zorunda kalıyoruz; yanlış yapabiliriz. Ama bunun nasıl bir konuda, nasıl bir üslûpla yapıldığı kendi başına birşeyler anlatır. Hele yanlıştan sonra ne yaptığınız, nasıl özür dilediğiniz, tabiî Türkiye'deysek, öncelikle dileyip dilemediğiniz de birşeyler anlatır.

Yani... anlatması beklenir. AKP döneminin hayatımıza kattığı önemli sakinleştiricilerden biri, pişkinliğin günde iki dozdan on iki doza yükseltilmesi oldu. Toplumumuz, kendi kabahatleri konusunda eskiden de pişkinlikten uzak sayılmazdı, ama bugün artık, Twitter'da “#IrkçıyızNeOlacak” diye başlık açacak hale gelindi. Yolsuzluklara karşı yolsuzluktan sorumlu dindar yöneticilerin takındığı tavır, kimbilir ortalama insan zihni ve ruhunda bin türlü melanete yolaçmak üzere kıpraşıp duran hangi güdülerin önünü açmış, utanma-sıkılmanın zaptettiği hangi tavırları meşru hale getirmiştir? İnsan öldürme, göz çıkarma, yüzsüzce sahip çıkılan, savunulan devlet şiddeti, ölen çocuğun annesini yuhalatma/yuhalama... kimbilir toplumun zaten kısıtlı toplam utanma-sıkılma kapasitesinin ne kadarını daha imha etmiştir?

Utanmama-sıkılmama, bunların koruyucu zırhı olarak pişkinlik ve savunma aracı olarak saldırgan şirretlik, esas olarak 1915 ertesinde damarlara zerk edilen, Cumhuriyet tarihi boyunca hem inkâr hem baskı, elkoyma, aşağılama, etnik temizlik aracılığıyla yerleştirilip vücuda iyice yayılan, tedavisi zor hastalıklar. AKP dönemi, bunların üstüne, “çoğunluğuz, yüzde elliyiz, yol ver geçelim, ezelim” güzelliğini ilave etti.

Şirretlik sık sık “tepki gösteren vatandaşlar” suretinde karşımıza çıkar. Pişkinlik de genellikle yukarıdan aşağıya yaygınlaştırılıyor. İnönü gafının, bunu yapanın hayatında herhangi bir şeyi değiştireceğini sanmıyorum. Kendi kendineyken mahcubiyet hissediyorsa ona da bin şükür.
Ama şimdi cumhurbaşkanının İran gezisine geçmenin sırası mı? Şimdi değilse ne zaman? Yazı bitiyor!

Tayyip Erdoğan İran'da şunları söyledi:

“Şu ana kadar orada yüzbinlerce insan maalesef öldü. Tarih adeta katledildi, kültür katledildi. Hâlâ katledilmeye devam ediyor. Aynı şekilde Suriye’de şu ana kadar 300 bin insan öldü. Ölen kim? Müslüman ve insan. Kim, kimi öldürüyor diye baktığımız zaman ben burada mezhebe bakmıyorum. Beni ne Şia ne Sünni ilgilendirir. Beni burada Müslüman ilgilendiriyor. Ben insan odaklı olarak bakmak durumundayım. Çünkü bizi yaratan Allah, eşrefi mahlukat derken orada bu Müslüman’dır, Hristiyan’dır diye bir tasnif yapmıyor. Yaradılmışların en şereflisi insan diye, böyle bir orada tanımlama yapıyor. Ama yine insan çok acımasız ve bu kadar insan öldürülüyor. Öyleyse bizim bir araya gelerek, konuşarak bu işin müzakeresini, müşaveresini yaparak artık bu kana, ölüme hep birlikte bir son vermemiz lazım. Bu, birbiriyle vuruşanları bir araya getirelim ve bu arada bizler de bu işte, ne kadar bu işi kolaylaştırabiliyoruz, ne kadar arabuluculuk yapabiliyoruz, bunların üzerinde duralım ve buradan Rabbimizin de yardımıyla bir netice alalım diye düşünüyorum.”

Ben bu laflara fena halde takıldım. Fakat yalandı, pişkinlikti derken, sıra gelmedi, bunları ele alamadım.